SOSYAL KELAM'IN TEMEL BİR MESELESİ OLARAK SİYASET
SİYASET KELAMI: İMAMET-HİLAFET MESELESİ
RECEP ARDOĞAN
Kelam
ilminde imamet ve hilafet konusunun önemli bir yeri vardır. Bu konu kelam
eserlerinde, “imamet” başlığı altında çeşitli yönleriyle ele alınmıştır.
Kelam
ilminde imamet, ümmet için bir gereklilik olup olmadığı açısından; gereklilikse
bunun sosyal bir gereklilik mi yoksa şer’î bir yükümlülük mü olduğu; şer’î bir
yükümlülükse bunun tek başına akılla mı yoksa sem’ ile mi bilineceği gibi
yönlerden tartışılmıştır.
Ayrıca
toplumun başına bir yönetici nasıl tayin edileceği de detaylı olarak tartışılmıştır.
Başta imamiyye olmak üzere Rafizîler, imametin nübüvvetin devamı niteliğinde
olduğunu; nübüvvet gibi Allah ile insanlar arasındaki bir makam olduğunu ileri
sürmüşlerdir. Onlara göre insanlara elçiler ve haberciler yollaması Allah’a
vacip olduğu gibi nübüvvet sona erdikten sonra da imam tayin etmesi Allah’a
vaciptir. Mu’tezile’den bazıları da Hz. Peygamberin Hz. Ali’yi ismen değil
vasfen imam tayin ettiğini söylemişlerdir. Ehl-i Sünnete göre imamet, en üst
düzey yöneticilik,, hukuk çerçevesinde ve maslahat doğrultusunda idari
tasarruflarda bulunmak üzere emanet edilmiş kamu görevidir. Bu nedenle de imam,
toplum tarafından, temsilcileri vasıtasıyla tayin edilir.
İmamet konusunda tartışılan diğer bir husus da ilk dört halifenin durumudur. Haricîler, bu konuda meşruiyet tartışmasını başlatan ilk gruptur, denebilir. Onlara göre Hz. Ebu Bekr ve Ömer’in (r.s.) halifelikleri tamamen meşrudur. Hz Osman, ilk altı yıldan sonra, Hz. Ali’nin de Tahkim Olayı’ndan sonra meşruiyetini yitirmiş hatta küfre düşmüşlerir. Rafizîlere göre, Allah imamete Hz. Ali’yi nalsa tayin etmiştir. İlk üç halife, Hz. Ali’nin hakkını gasbetmiş oldukları imametleri de meşru değildir. Şia içinde yer alan Zeydiyye ise imamete en layık kişi Hz. Ali olmakla birlikte Hz. Ebu Bekr, Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın (r.a.) hilafetinin de meşru olduğunu kabul eder. Çünkü onlara efdal yani toplumda halifelik için daha layık daha üstün biri varken mefdulün daha az faziletli birinin halife olabilir. Bu görüş, Bağdat Mu’tezile’sinde de görülür. Ehl-i sünnet açısından da ilk dört halifenin meşru halifeler olduğunda kuşu yoktur. Onların halifeliklerinin kronolojik sıralaması, onların fazilet sıralamasına paraleldir. Onlar, Aşere-i Mübeşşere denen cennetle müjdelenen on sahabinin başında gelir.
Tağallüb
imameti konusunda da farklı görüşler vardır. Teğallüb imameti, toplumun
temsilcileri tarafından seçilmemiş birinin güç kullanarak devlet yönetiminin
başına geçmesidir. Genel itibariyle ehl-i sünnet, toplumda iç-çatışmaya yol
açmadan meşru bir yönetimin tesis edilemeyecekse, bu yolla da imametin tesis
edileceğini kabul etmiştir. Ancak bu durum, zaruret hâlinde hayatta kalacak
ölçüde domut eti yemek gibi bir ruhsattan ibarettir.
Diğer
bir tartışma da adaletten ayrılan, insanlara zulmeden, hukuka aykırı bir
siyaset izleyen halifelerin durumuna ilişkindir. Mu’tezile, halifeliği “iyiliği
emret ve kötülükten nehyetme” ilkesinin bir gereği olarak görmüş, bu ilkeye
aykırı hareket eden bir yönetimin varoluş nedenini yitiriceğini savunmuştr.
Onlara göre müslümanlar, böylesi bir yönetimi değiştirmek, yerine adil bir
yönetim tesis etmek için çalışmalıdır. Zeydiyye de Mu’tezile gibi
düşünmektedir. Ebu Hanife ve el-Cessâs gibi bazı Hanefî âlimler de buna yakın
bir görüşe sahiptir. Eş’ariyye ve Mâturîdiyye ise şer’î hükümlere uymayan ve
hakla zulmeden bir sultanı karşı ayaklanmak, iç savaşa neden olacak dolayısıyla
durumu daha da kötüleştirecekse bundan kaçınmak gerktiğini şöylemişlerdir.
Ancak onlar, sultanın şer’î hükümlere aykırı emirlerine itaat edilebileceğini
de kabul etmezler. Çünkü, sultana itaat maruf çerçevesindedir, Allah’ın
emirlerinin hilafına olarak sultana itaat edilemez. Ahmed b. Hanbel ve ibn
Teymiyye gibi selefî âlimler de zalim sultana karşı ayaklanmayı da onun şeriata
aykırı emirlerine itaati de onaylamazlar.
Ancak
kelam ilminde siyaset meselesine yer verilmesine ilişkin bazı hususlara dikkat
çekmek gerekmektedir.
İlk
olarak, imamet, İslam’da doğrudan bir inanç konusu değildir.
Bunların
temelinde ihtilaf konusu siyasi görüşlerin itikat haline getirilmesi vardır.
Örneğin, Şia, imameti beş temelden biri olarak kabul etmiştir. Bu cevaben ehl-i
sünnet kelamında da bu konuya yer verilmiştir.
Ehl-i
sünnet kelamında bu konuya yer verilmesi de kelam ilminin diğer meselelerinden
farklı bir özelliktedir. Mebadî dışında yer alan diğer meseleler, bir inanç
konusunun kelamî açıdan incelenmesi, akidenin kelamlaşması şeklindedir. Oysa
siyaset, doğrudan inancın konusu değil ama dolaylı olarak inançla ilgili bir
konudur. Ancak, kelam tarihinde çeşitli inanç gruplarının ortaya çıkmasında,
fırkalaşmada rol oynamış bir ihtilaf konusudur. Siyasî görüşler, bu
fırkalaşmalar neticesinde akide haline getirilmiştir. Özellikle şiî gruplarda
imamet, en temel inançlardan biri, İmamiyye’de görüldüğü üzere nübüvveten sonra
gelen bir ianç esası, “el-usûlü’l-hamse”den biri olmuştur. Bu görüşlerin
kelamcılar tarafından ele alınması, meselenin aslının ortaya konması
gerekmiştir. Bu gereklilik neticesinde de kelam ilminde imamet-hilafet meselesi
temel bir konu başlığı hâline gelmiştir. Zamanın bilgi ve kültür birikimini de
yansıtan siyasi görüşler, insanların inanması gereken akidelere
dönüştürülmüştür.
Bu sorunun giderilmesi, siyasetin bir akide
konularının dışında değerlendirilmesi, dolayısıyla “sitematik kelam”
içinde değil “sosyal kelam” içinde ele alınmasıdır.
Aslında,
siyaset konusunda kelamcıların söyledikleri, inanç esasları değildir. Daha açık
ifadeyle, mümin olmak için bunlara da iman etmek gerekir, denebilecek akideler
değildir. Bu nedenle de siyasetin kanaatimizce, “sistematik kelam” içinde değil
“sosyal kelam” içinde yer alması gerekmektedir.
Siyaset,
sistematik kelamın konusu olmamalıdır. Çünkü sistematik kelam, inanç
esaslarının delillerle tespit, temellendirilmesi ve savunulmasını konu edinir.
Diğer
yandan siyaset, ilkesel bakımdan ve temel anlayış açısından inançla ilgisiz
değildir. Siyaset konusundaki görüşlerin doğrudan inanç kuralları teşkil
etmemsi ama inançla da ilgisiz olması nedeniyle bu konu sistematik kelamın
değil sosyal kelamın konusudur.
Siyaset
felsefesi varsa siyaset kelamı da var olacaktır. Siyaset kelamı da sosyal kelam
içinde yer almalıdır.
İkinci
olarak, Kur’an’da doğrudan siyaset alanıyla ilgili somut düzenlemeler yer
almaz. Ancak sosyal alana ilişkin genel ilkeler yer alır. Burada genel
çerçevesini verdiğimiz siyaset kelamı, temellerini İslam’ın tevhid ve adalet
gibi ilkelerinde, insan ve toplum anlayışı, bireyin hakları ve sorumlulukları,
çoğulculuk, emanet, iyiliği emir ve şura gibi kavramlarda bulur. Ancak, bunlar
da doğrudan ve münhasıran siyasetle ilgili değildir. Örneğin, iyiliği
emir ve şura, çekirdek toplumsal ilkelerdir. Toplum hayatının her alanında
uygulamaları ve açılımları vardır. Toplum siyaseti de içerir. Bu ilkeler de
siyasete aktarılır, aktarılmalıdır.
Yorumlar
Yorum Gönder